Telefon sabahın köründe çalmaya başladı. Yatağın yanındaki, sandalyenin üstünde duran telefonu alıp susturmak eziyetlerin en büyüğüymüş gibi geliyordu insana. Sanki var olan son gücüyle almıştı telefonu eline. Alarmı kapatmaya korkuyordu. Bu yüzden tekrarla yaptı ve kafasını tekrar yastığa gömdü. Beş dakika sonra telefon küfür edermişçesine çalıyordu. Bu sefer hiç direnmeden ayağa kalktı ve telefonu susturdu. Vakit kaybetmeden lavaboya gitti, elini yüzünü yıkadı. Telefonu sabahın dört buçuğuna kurmasının tek amacı doğan güneşi görmekti. Kapıya çıktığında yaşam yeşermeye başlıyordu. Balkondan balkona uçan güvercinlerin kanat sesleri duyuluyordu. Güneşin doğuşunu en net görebileceği yere geçti. Ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başladı. Güneş, bütün ihtişamıyla bulutların arkasından doğuyordu. Bulutların arasından tek bir çizgi halinde çıkan güneş ışınlarını seyretmek ayrı bir tat veriyordu insana. Güneş bu sabahta doğması gerektiği yerden doğmuştu. Gülümseyerek “- Evet bugün de kıyamet kopmayacak. Yani güzel bir gün olacak” dedi.
Eve geldiğinde saat altıya çeyrek vardı. Kahvaltıyı hazırlamak yarım saatini aldı. Yarım saatte hazırlanan kahvaltıyı on beş dakikada bitirdi. Sofrayı kaldırdı ve odasına gitti. Dolabından beyaz tişörtünü çıkardı. “- Bugün bunu giyeceğim” dedi. Daha sonra kot pantolonunu askılıktan aldı. “-İşte bunu da çektim mi altıma, işe gitmeye hazırım.” dedi. Saat yedi buçuğa gelirken, giyinme faslı bitmişti. Çoraplarını giyer giymez ayakkabılıktan siyah ayakkabısını çıkardı. Onu giydikten sonra ayakkabılığın üzerinden kahverengi çantasını aldı ve evden çıktı. Kapıyı kilitledikten sonra işine doğru yol almaya başladı.
Her güzel şey güneşe bağlıydı Canan için. Herkes susuz bir hayat var olamaz derken Canan da güneşsiz bir hayatın olamayacağını düşünürdü. Çünkü güneşsiz günlerde insanların psikolojileri alt üst, moralleri kötü oluyordu. Güneşe eşlik eden rüzgar , Canan’ı mest ediyordu. İşe varmasına da az kalmıştı zaten. Kuyumcunun önünden geçerken yerde bir cüzdan gördü, eğilip aldı. İçini açınca, iki yüz lira birde ehliyet olduğunu gördü. Cüzdanı çantasına attı, akşam iş çıkışı karakola teslim etme düşüncesi ile…
İş yeri her zamanki gibi hareketliydi. Öğrencilerin eksikleri yıl boyunca hiç bitmezdi. Zaten kimsede bu durumdan şikayetçi değildi, Canan dışında. Öyle öğrenciler geliyordu ki, Canan onları odunla dövse hırsını alamazdı. Saçma sapan sorular, yalandan yere uğraştırmalar, aratmalar. Hani uğraştırıp da bir şey almadan gidenler var ya en çok da onlara sinirlenirdi. Öğrencilerden biri kasaya iki yüz lira verince patron Canan’ı çağırdı. “-Şunu karşıda mağazada bozdur” dedi. Canan patronunun gözünün içine baktı kızgın gözlerle. İçeride müşterilerle ilgileniyordu sonuçta. “-Az önce ödeme yaptım o yüzden kasada hiç para kalmadı. Sen merak etme ben ilgilenirim müşterilerle” dedi. Canan vakit kaybetmeden parayı aldı ve karşı mağazaya gitti. Parayı bozdururken gözü vitrinin önündeki ayakkabıya takıldı. Durumu fark eden Hande “-Yüz elli lira ama bugüne özel yüzde elli indirimde” dedi. Canan’ın hiç parası yoktu. Aylığını almasına da üç gün vardı. Büyük ihtimalle Canan onu alana kadar da satılırdı ayakkabı. Parayı bozduran Canan iş yerine döndü. Birden aklına çantasındaki cüzdan geldi. Şimdilik onu kullanabilirdi. Daha sonrada aylığını alınca parayı yerine koyacaktı. Ama o zamana kadar cüzdanın onda kalması doğru muydu bilemiyordu. Belki kaybeden kişinin o paraya çok ihtiyacı vardı. Sonra “Kimseye bir şey olmaz üç günlük bir gecikmeden” dedi kendi kendine. İşlerin duraksadığı bir anda patronundan on dakika için izin istedi. Hemen mağazaya gitti ve ayakkabıyı aldı. Beyaz ayakkabının yanları kırmızı üstü ise mavi çizgilerle kaplıydı. Garip ama hoş bir ayakkabıydı. Canan’ın giydiklerine de çok uymuştu üstelik.
Çıkış saatine doğru Canan’ın en samimi arkadaşı Ezgi geldi. “Bugün biraz sahilde dolaşalım” dedi. Canan “Tamam olur” dedi. Ezgi seslendi “- Aynan var mı?” Canan “- Çantada olması lazım” dedi. Ezgi çantayı kurcalarken cüzdanı buldu. “Bu cüzdan kimin?” Canan telaşlandı ama sakin bir sesle “ Sabah kuyumcunun önünde buldum” dedi. Ezgi “ Eee sende ne işi var o zaman” diye sordu. Canan “-Akşam iş çıkışı karakola vermeyi düşünüyordum sabah fırsatım olmadı” dedi. Canan telaşlandı. Bir an cüzdanın çantasında olduğunu unuttu. Ezgi” Sonunda buldum. Şu küçücük çantada dünya var” dedi. Sonunda çıkış saati geldi. Canan çantasını omuzuna taktı. Tam sahile doğru ilerliyordu ki “ – Cüzdanı karakola vermeyecek misin?” diye sordu Ezgi. Canan”-Unuttum ” dedi. Canan köşeye sıkışmıştı. Cüzdanın içindeki paranın birazını harcamıştı. Üstelik paranın üstü de pantolonun cebindeydi. Sonunda karakolun kapısına geldiler. Kayıp olan cüzdanı karakola teslim ettiler. Formalite icabı bir iki soru sordular. Daha sonrada Canan’ın ev adresini, telefon numarasını ve iş yerinin adresini aldılar. Canan’ın beklediğinden sakin geçmişti karakol işi. Keyfi yerine gelmişti Canan’ın. Sahilde biraz dolandıktan sonra “ Hadi birer kahve içelim” dedi Canan. Ezgi “Olur” dedi. Bir kafede kahve içtiler. Oradan buradan olur olmaz bir sürü şey konuştular. Daha sonra vaktin geçtiğini fark eden Ezgi “- ooo saat kaç olmuş?” Canan alaylı bir şekilde “-Saat daha on” dedi. Ezgi “- Ben senin gibi tek yaşamıyorum. Hala annemin babamın yanında yaşıyorum” dedi. Apar topar masadan kalktılar. Ezgi elini çantasına atarken Canan çoktan elini cebine atmış hesabı ödemişti. “ Hep sen ödüyorsun” dedi Ezgi. Canan”- Zamanı gelince de sen ödersin. Aramızda üç beş liranın hesabını yapacak değiliz ya” dedi. Sonunda eve varan Canan hızlı bir şekilde bütün işlerini halletti ve yattı. Aklı hala harcadığı paradaydı. O cüzdan kimindi? Sahibinin o paraya ihtiyacı var mıydı? Vicdanı çok rahatsızdı. Bunları düşünürken uykuya daldı.
Sabah kalktığında saat yedi buçuğa geliyordu. Apar topar üstüne bir şeyler geçirdi ve kendini kapıya zar zor attı. Koşar adımlarla işyerine gitti. Kılı kılına yetişti işe. Hemen kapıyı açtı ve yapması gereken bütün işleri halletti. Öğlen saatine doğru yandaki lokantadan çorba sipariş etti. Sabah da bir şey yemediği için öğle vaktine ölüsü düştü. Bugün her zamankinden daha kötü geçmişti Canan için. Çıkış saati gelmişti neredeyse. Birden Canan’ın telefonu çaldı. Canan ekrana baktı ve numaranın kayıtlı olmadığını gördü. “-Efendim” dedi. Karşıdaki ses ona ilk önce kendini tanıttı. “-Ben Hakan HAKYEMEZ. Bulduğunuz cüzdanın sahibiyim. Eğer mümkünse size teşekkür etmek istiyorum” dedi. Canan bir an telaşlandı ama sonra kendini topladı. “-Hiç gerek yok. Ben vatandaşlık görevimi yaptım” dedi. Karşıdaki ses ısrarla”- Bana nasıl bir iyilik yaptığınızı bilmiyorsunuz” dedi. Adamın ısrarlarına dayanamayan Canan adamın görüşme isteğine olumlu cevap verdi. Akşama saat sekiz buçukta Asmalı kafede buluşmak üzere randevulaştılar. Saat tam sekiz buçukta Asmalı kafede olan Canan bir masaya oturdu. Çok geçmeden karşısına 1.75 boylarında esmer, yeşil gözlü, kirli sakallı genç bir adam oturdu. “-Merhaba siz Canan olmalısınız” dedi bek sesiyle. Canan “-Hakan beysiniz sanırım” dedi. Biraz muhabbet ettikten sonra Hakan ”-Bana yaptığınız iyiliği ne yapsam ödeyemem” dedi. Canan bu iyiliğin ne olduğunu gerçekten merak ediyordu. “-İnanın yaptığım iyiliğin ne olduğunu ben de çok merak ediyorum” dedi. Hakan cüzdanını çıkardı ve gösterdi. “Bakın cüzdanın şu bölmesini görüyor musunuz?” dedi. İşte tam burada beş yüz bin dolarlık bir çek vardı. Canan “-Ciddi olamazsınız?” dedi. Adam ciddi bir ifadeyle “O çek çalıştığım işyerine aitti, içinde birde iki yüz lira vardı ama hiç mühim değil” dedi. Canan’ın bakışları bir ara sönükleşti. Bu durum Hakanın gözünden kaçmadı. Lakin çok hızlı bir şekilde toparladı Canan kendini.” -Beş yüz bin doların yanında iki yüz lira ne ki” dedi. Hakan”- Kesinlikle haklısınız” dedi. Yarım saat daha muhabbet ettikten sonra kalkmaya karar verdiler. Hakan Canan’a fırsat vermeden hesabı ödedi.”- Böyle bir şeye hiç gerek yoktu” dedi Canan. “-Bana yaptığınız iyiliğin yanında hiçbir şey değil bu” dedi Hakan. Ayrılmak üzereyken Hakan Canan’a seslendi. ”- Canan hanım biliyorum bana yaptığınız iyiliğin yanında bu hiç ama lütfen bunu kabul edin” dedi. Canan parayı kabul etmeyecek olsa da Hakan ne yapıp edip onu ikna ediyordu. Akşam eve vardığında Canan elindeki zarfa bakıp ağlıyordu. Daha sonra kendini toparladı. Güzel bir duş aldı. Yatağa uzandı ve düşünmeye başladı. Aslında mantıklı düşününce kimse zararlı çıkmamıştı yaşananlardan. Onu bu denli rahatsız eden şeyin ne olduğunu bilmiyor da değildi. Birinin gözlerine baka baka yalan söylemek… Hiç hak etmediği halde o parayı almak… Bunlar Canan’ın zoruna gidiyordu… Bütün bunlar aklından geçerken uykuya daldı.
Hakan balkonda sigara içiyor ve küfürler ediyordu. “-Nasıl olurda gözlerimin içine baka baka yalan konuşur” diye hayıflanıyordu. O bütün olanı biteni biliyordu aslında. Cüzdanın bulunduğu sırada kuyumcunun içindeydi Hakan. Bilerek cüzdanı oraya atmıştı. İçindeki iki yüz lira ve ehliyet umurunda bile olmazdı alınıp götürülse. O sadece biri cüzdanı olduğu gibi karakola verir mi diye merak ediyordu. Ve o gün cüzdanı alırken Canan’ı görmüştü. Olanlara bir türlü anlam veremiyordu. Madem içindeki iki yüz lirayı aldın neden karakola veriyorsun? Gibi sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Kendisi de kurduğu bu yalanlarla kafasındaki sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Canan’a bu kadar yaklaşmasının tek nedeni de buydu.
Canan ve Hakan bir süre sonra tekrar görüşmeye başladılar. Hakan beyin tatlı dili Canan’ı bir şekilde ikna ediyordu. Kafelerde buluşmalar, sinemaya gitmeler derken birbirleriyle baya yakınlaştılar. Canan hiç beklenmeyen bu durum karşısında çok rahatsızdı. Hakanı kandırdığını düşünüyordu. Hakan da işlerin nasıl bu noktaya geldiğine bir anlam veremiyordu. Canan düşünüyordu. Çekmecesinin gözü açık, Hakanın verdiği zarfa bakıyordu. Dayanamadı ve yine ağladı. “-Ben aşağılık kadının tekiyim” diye bağırdı.
Sabah kalktığında saat altıya geliyordu. Perişan bir halde, düzeni alt üst olmuş zavallı bir insandı artık. Kafasında hala Hakanı kandırdığı düşüncesi vardı. Banyoya gitti, güzel bir duş aldı. Saçlarını taramak için aynanın karşısına geçtiğinde, aklından geçen her şeyi unutmak istiyordu. Gülümseyerek ”-Dünyanın yedi harikasından biri bu evde yaşıyor. Geriye kalanlarda kimin umurunda” dedi kendi kendine. Güzelliğini farkındaydı. 1.60 boylarında, esmer, açık kahverengi gözlü, hoş bir kızdı Canan. Saat yediye geliyordu. Kahvaltı yapacaktı ama vazgeçti. Hiç iştahı yoktu. Çok özenmeden üstüne bir şeyler giydi ve evden çıktı.
Bu sabah erken gelmişti iş yerine. Kapıdan içeri girildiğinde göze çarpan ilk şey kitaplar oluyordu. Sol tarafta para kasası, yanında da bilgisayar duruyordu. Canan ilk önce sağ tarafta yerde duran sırt çantalarını aldı, dışarı astı. Kitapların üzerindeki tozu aldı, yerleri paspasladı. Yeni gelen kolileri açtı, içindeki kitapları raflara dizdi. Yapması gereken bütün işlerini halletti. Daha sonra dinlenmek üzere bilgisayarın başına oturdu. Bir süre sonra dalıp gitti…
Biri “-Bakar mısınız?” diye seslendi. Canan kendine geldi. “-Efendim” dedi. “-Acaba sizde Sunay Akın’ın Kız Kulesindeki Kızılderililer adlı kitabı var mı?” diye sordu. Normalde ağırlık soru bankası kitaplarına veriliyordu. Ünlü olan roman, hikaye ve şiir kitapları da vardı. Sunay Akın’ın o kitabı hiç gelmemişti. Canan müşteri kaybetmemek düşüncesiyle “-Maalesef elimizde kalmadı. Tekrar ne zaman gelir hiç bilmiyorum” dedi. Çocuk teşekkür etti ve çıktı.
Canan sonunda Hakan’a her şeyi itiraf etmeye karar verdi. Akşam iş çıkışı Hakan’ın evine gitti. Biraz alkol almıştı. Cesaretli olmak istiyordu Hakanın karşısında. Bütün olanı biteni Hakana anlatacak ve bu vicdan azabından kurtaracaktı kendini. Ne olursa olsun söylemeliydi. Hakanı çok seviyordu. Bu yüzden söylemeliydi aslında. Kapıyı çaldı. Hakan kapıyı açtı ve karşısında Canan’ı görünce şaşırdı. İçeri buyur etti. Ve ziyaretinin sebebini sordu. Canan “Sevgilimi ziyaret edemez miyim?” dedi. “ -Onun için değil de sen ilk defa geliyorsun bana” dedi Hakan. Canan ”-Öyle aklıma düştün, geldim işte” dedi. Biraz oradan buradan konuştular. Hakan izin isteyerek yatak odasına gitti. Canan bir müddet bekledikten sonra bir şey mi oldu diyerek Hakanın yatak odasına gitti. Hakan büyükçe bir kutunun içini karıştırıyordu. Canan Hakanın hemen arkasında ne yaptığını merak ediyordu. Hakan buldum dedi ve arkasına döndüğünde Cananla göz göze geldiler. Hakan kendini Canan’ın kahverengi gözlerinde görüyor, Canan da kendini Hakan’ın yeşil gözlerinde görüyordu. O an ne olduğunu bile anlamadan birbirlerini öpmeye başladılar. Kendine hakim olmak istiyordu Hakan ama bir türlü başaramıyordu. Anlaşılmaz bir şekilde bedenini kontrol edemiyordu. Canan’da kendinden geçecek kadar alkol almamıştı ama oda kendini frenleyemiyordu. Birbirlerinin kalp atışlarını göğüslerinde hissediyorlardı. Nefes alıp vermeleri hızlanmıştı. Havada dolaşan ter kokusu onları cezbediyor, daha da arzulu sevişmeye şevk ediyordu. Yıllarca ayrı kalmış iki eş gibi sevişiyorlardı. Zaman kavramı yoktu artık onlar için. Hakan vücudundaki bütün hücrelerde yaşam hissediyordu. Canan daha garip duygular içerisindeydi. Vücudu ateş olmuş Hakanı arzularken, aklında Hakanı kandırdığı düşüncesi vardı. Duyguları karmakarışık olmuştu Cananın. Bir süre sonra oda kendini olayların akışına bıraktı.
Sabah, ilk Canan uyandı. Yeni doğmuş bir bebeğin mahmurluğu vardı üstünde. Sessizce yataktan kalktı. Üstünü giyindi. Sonra uzun uzun Hakana baktı. Özür diledi. O özür dilerken Hakan uyuyordu. Sonra çantasından bir mektup çıkardı. Bütün olup biteni o mektuba yazmıştı, söyleyemezsem diye. O bir özür mektubuydu. Mektubu hemen yatağın yanında duran karyola sehpasının üstüne bıraktı. İşte o mektupta cevap buluyordu Hakan’ın bütün soruları… Canan hoşça kal dedi ve evden çıktı. Çok geçmeden Hakan da uyandı. Mektubu gördü. Burnunun direği sızladı. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Sonra topladı kendini. Mektubu açtı ve içindeki parayı aldı. Parayı saydı. Cüzdandaki para ile sonraki verdiği paranın toplamıydı bu. Mektubu okumaya bile tenezzül etmedi. Mektubu sekiz parçaya böldü. “-Zaten götürmezdi yüreğim ucundan kemirilmiş bir aşkı” dedi. Bavulunu topladı ve kapıdan dışarı çıktı.
Yoldan bir taksi çevirdi ve otogara gitmesini istedi. Otogara vardıklarında ”-Borcum ne kadar?” diye sordu. “-On lira abi” dedi. Hakan taksiciye parasını verdi. Zaman kaybetmeden bilet almaya gitti. İstanbul’a kalkan arabaların saatlerini sordu. Hemen yarım saat sonra bir araba İstanbul’a kalkıyordu. Bileti aldı, beklemeye başladı. Çok geçmeden araba kalktı. Neden İstanbul’a bile gittiğini bilmiyordu Hakan. Ne bir akrabası vardı orada nede bir dostu. Aklına nedense İlk İstanbul gelmişti. On dört saatlik yorucu bir yolculuğun ardından İstanbul’a varmıştı Hakan. Servis arabası Hakanı ucuz ve güzel otellerin bulunduğu bir yere bıraktı. Hakan saatine baktı. Saat ikiye yaklaşıyordu. Hakan Otele gitmeden önce soluklanmak için parkta bir yere oturdu.
Az ileriden elinde şarap şişesi olan yaşlı bir adam geldi. Hiç beklenmedik şekilde Hakandan müsaade isteyip yanına oturdu. Yaşlı adam şişesinden bir fırt çekip Hakana baktı. Hemen ayağının yanında bulunan lacivert bavula takıldı gözü. Belli ki karşısındaki bu adam bir yere gitmiyor bir yerlerden geliyordu. “-Yolculuk nereden evlat” dedi. Hiç istemediği halde yaşlı adamın sorusunu cevapladı. “-Ordu’dan amcacığım” dedi. Yaşlı adam Hakan’a tekrar baktı. Soruya verilen cevaplar tereddütsüzdü. Lakin Hakan’ın sesinden acı dolu bir adam olduğunu anlaşılıyordu. “-Neden buralara geldin?” diye sordu. Hakan yaşlı adama baktı. Üstü başı yırtık, saçı sakalı birbirine karışmış, elinde şarap şişesi olan bu adam neden bu soruları soruyordu. Daha garip olansa Hakan neden bu sorulara cevap verme isteği duyuyordu. “-Aşk acısı amcacığım” dedi. Neden böyle dediğini bile bilmiyordu Hakan. Ama söylemek istiyordu. ”-Vakitten bol bir şeyim yok evlat, anlatırsan dinlemek isterim” dedi. Hakan anlatmak istiyordu her şeyi, içini boşaltmak istiyordu hiç tanımadığı bu yaşlı adama. Hakan hiç aralıksız olanı biteni hiç tanımadığı bu yaşlı adama anlattı. Yaşlı adam Hakan’a baktı. “-Benim hikaye mi dinlemek ister misin? Zaten çok uzun zaman oldu dertleşmeyeli, dertleri deşmeyeli” dedi. Hakan “Dinlerim” dedi. Yaşlı adam anlatmaya başladı.”-Sevdiğim bir kız vardı. Ailesi zengindi. Kızın ailesi benimle evlenmesine razı olmadı. Çok seviyorduk birbirimizi. Evlendik. Güç bela geçiniyorduk ama mutluyduk. Sonra ne oldu bilmiyorum ama daha sonra eşim kavga çıkarmaya başladı. Kavgalarımız ufak tefek şeylerden çıkıyordu. Geçim sıkıntıları falan. Ben kaynakçıydım. Öyle çok para almıyordum çalıştığım yerden de. Ama hiç eşime bağırmadım biliyor musun? Nasıl bağırabilirdim ki! Onca malı mülkü bırakıp bana varmıştı. Üstelik ailesi de onu reddetmişti. Her şeyi bendim ya da öyle sandım.” Bu cümleden sonra yaşlı adamın gözleri yere eğildi. Sonra devam etti anlatmaya. “Bir gün eve geldiğimde mutfakta masanın üstünde bir mektup buldum. Açtım okudum. Onu anlatmış bunu anlatmış bir sürü ıvır zıvır işte. Parasızlıktan kaynaklanan bir sürü şey. O mektupta ne zoruma gitti biliyor musun? Evlat. Sakın beni arama. Nasıl olurda onu aramazdım? O benim her şeyimdi. Aradım ama hiçbir şekilde izini bulamadım. Çok geçmeden mahkemeden bir kağıt geldi. Karım bana boşanma davası açmış. Sağ olsun Hakim bey bir case de boşadı. Meğer bizimki ailesine geri dönmüş. Öyle işte evlat benim hikayem. Ben senin kadar senin kadar şanslı olamadım “ dedi. “Şanslı mı? Sonunda kafayı buldun amca” dedi. “ Seni seven birini bıraktığını farkında mısın sen” dedi yaşlı adam. Hakan yavaş yavaş sinirlenmeye başladı. “-Sen ne saçmalıyorsun amca. O kız bana yalan söyledi” dedi. Bir süre sessizlik oldu. Yaşlı adam “-Hiç anlamıyorsun” dedi. Hakan tam bir cümle söyleyecekken yaşlı adamın deniz mavisi gözlerin de ona duyduğu nefreti gördü. “-Beni sevdiğini nereden çıkartıyorsun” dedi. “Ben yıllarca sevdiğim kadının bana dönmesini bekledim ama gelmedi. Her şeyi unutmaya razıydım hem de her şeyi. Senin sevdiğin kız bütün yüreği ile sana geldi, teslim oldu. Sen hala yalancılıkla suçluyorsun onu. Yalancı olsaydı da sevdiğim yanımda olsaydı benim. Mektupta ne yazdığını hiç mi merak etmiyor musun?” dedi. Hakan’ın bakışları sönükleşti. Bir süre yere boş boş baktı. Sonra adama baktı. Yaşlı adamın alnında geçen yılların hediye ettiği çizgileri gördü. “- Şimdi anladım amca” dedi. Hemen ayağa kalktı ve oradan geçen bir taksiyi çevirdi. Otogara gitmesini istedi. Hakan giderken yaşlı adam gülümsedi.”- İstanbul’u dinledin, kimse anlamadı. Sen göremediklerini duydun, hissettin. Millet fazlasını da anlamadı zaten. Varlığımızın bu dünyada ne kadar küçük, küçücük varlıklarımızda ne kadar büyük dünyamız olduğunu söyledin zaman zaman. Kimse anlamadı be Orhan hem de kimse… Benim hiç böyle bir anım olmadı evlat. Anlattıklarım umarım işine yarar” dedi.
Hakan otogara geldiğinde telaşlı bir sesle” -Borcum ne kadar” dedi. “-15 lira abi” Hakan hemen parayı verdi ve otogarda bilet aramaya başladı. En erken araba saat 6’ da vardı. Hakan mecbur saat altıyı bekledi. Saat altıda araba yola çıktı. Hakan Ordu’ya vardığında saat sekizdi. Hemen Canan’ın evine gitti. Zile uzun uzun bastı. Kapı açılmayınca, telaşlandı. Kapıyı kırıp içeri girdi. Ağızı köpükler içerisinde yatağın üstünde, kıvrılmış yatıyordu. Yerde duran ilaç şişesini gören Hakan donup kaldı. Kendini toparlayınca, nefes alıp almadığını kontrol etti. Canan nefes alıyordu. Hakan hemen ambulans çağırdı. Olup biten her şeyin suçunu kendinde buluyordu.
Canan hayati tehlikeyi atlatmıştı. Doktor konuşacakken Hakan onu susturdu. “-Ne zaman gözlerini açar” diye sordu. “-Öğle vaktine gözlerini açar” dedi. Hakan hiç vakit kaybetmeden hastaneden çıktı. Saat on ikiyi gösteriyordu. Canan yavaş yavaş kendine geliyordu. Gözlerini açtığında karşı sandalyede uyuyan Hakan’ı gördü. Elinde bantlı bir kağıt ve kırmızı bir yüzük kutusu. Gözlerini kapadı ve ağladı…